Gazeteci Cengiz Çandar'ın Mart ayının sonunda yayınlarına son veren Radikal'de yayımlanan yedi yazısında CumhurbaşkanıTayyip Erdoğan'a hakaret ettiği iddiasıyla yargılandığı dava 6 Eylül'e ertelendi.
Cengiz Çandar, hakkında başlatılan iki ayrı soruşturma kapsamında hakkında açılan dava kapsamında Bakırköy 39. Asliye Ceza Mahkemesi'nde ilk olarak 7 Nisan'da hâkim karşısına çıkmıştı. Çandar, İstanbul 43. Asliye Ceza Mahkemesi'nin "Cumhurbaşkanına hakaret" suçunu kapsayan Türk Ceza Kanunu'nun 299'uncu maddesinin iptali için Anayasa Mahkemesi'ne yaptığı başvuruyu hatırlatmış, "Cumhurbaşkanı'na hakaret suçu anayasaya aykırıdır" diyerek savunma yapmamıştı. Duruşma, 31 Mayıs'a ertelenmişti.
Türk Ceza Kanunu'nun 299. maddesi kapsamında 'Cumhurbaşkanı'na hakaret'le suçlanan Cengiz Çandar, 1 yıldan 4 yıla kadar hapis istemiyle yargılanıyor.
Cengiz Çandar, davaya konu olan yedi köşe yazısı nedeniyle yazısı nedeniyle iki ayrı dosya kapsamında iki ayrı dosya kapsamında 26 Kasım 2015'te ifade vermişti.
Çandar, Erdoğan'ın avukatı Ahmet Özel'in şikâyet dilekçesinde hiçbir somut suçlama olmadığını belirtmişti.
Çandar, Yazılarım kopyalanıp yapıştırılmış. 'Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın kişilik haklarına ağır bir şekilde saldırdığım, algı operasyonu yaptığım ve Cumhurbaşkanı'nı kamuoyu ve halk nezdinde gözden düşürmeye çalıştığım' iddia ediliyor demişti.
Cengiz Çandar'ın 'Cumhurbaşkanı'na hakaret'le suçlanmasına gerekçe olan 26 Temmuz 2015 tarihli, "Bahane: Terörle mücadele; Amaç: 7 Haziran'ın rövanşı" başlıklı yazısı şöyle:
Bundan bir buçuk kadar yetkileri kısıtlanan iktidar sahipleri ve halihazırdaki geçici hükümet adeta bir yetki gaspına giderek, Türkiye'yi iki-cepheli ve tehlikeli bir savaşın eşiğine getirmiş durumdadır.
Türkiye, en sonunda uyandı ve ülkenin bir numaralı güvenlik tehdidiolan IŞİD'e karşı aktif mücadeleye girdi sanılırken, Tayyip Erdoğan-Ahmet Davutoğlu ikilisinin esas niyeti ortaya çıktı: Çözüm sürecine nokta koymak ve Kürtlere karşı, yeni bir seçim hesabıyla, topyekun savaşa girişmek.
Aklı başında hiç kimse için inandırıcılığı kalmamış olan Başbakan Ahmet Davutoğlu, dün operasyonların temel güvenlik alanlarını korumaya yönelik yapıldığını öne sürerken, Biz bu kararları alırken, askeri, güvenlik ve siyasi sonuçlarını bilerek karar verdik dedi.
Ve devam etti: Seçim neticelerini kalaşnikoflarla kutlayanlara sessiz mi kalacağız? Biz bunların hepsi kaydettik. Doğru zaman gerekiyordu. Doğru zamanda müdahale ettik. Kimse cumhuriyetimizi tehdit edemez. Kamu düzenini bir kez tehdit ettiklerinde onların maşalarına değil, doğrudan bu tehdidi oluşturanlara gerekli cevabı veririz.
Doğru zamanın, Amerikan yeşil ışığını almak olduğu anlaşılıyor. ABD'nin IŞİD'e karşı mücadele için yaktığı yeşil ışık, AKP'nin halk tarafından yetkileri kısıtlanmış unsurları ve Erdoğan tarafından erken seçime giden yolda,PKK'yı kriminalize etmek, HDP'yi marjinalize etmek için kullanılıyor.
Bu kadar güvenlik öncelikli ve iki-cephede birden savaş ortamında CHP, gerçekten AKP ile koalisyon düşünebilir mi?
Zaten atılan adımlar koalisyon ihtimalini berhava etmek amaçlı adımlar olarak da görülebilir.
İşin ABD ile işbirliği boyutuna dönersek; geçen hafta Washington ile yapılan anlaşma yani Washington'dan IŞİD karşısında alınan çek, Erdoğan-Davutoğlu ikilisi tarafından terörle topyekûn mücadele kavramının görünürdekimeşrulaştırıcı gerekçesi altına girilerek, PKK'ya karşı bozdurulmak isteniyor.
PKK ile mücadele sözcüklerinin büyüsüne kapılmamak gerekiyor. Günümüz şartlarında, AKP iktidarı, Tayyip Erdoğan'ın ülkeyi erken seçime zorladığı ayan beyan ortadayken, dört yıldır yapılmayanı yapıp Irak Kürdistanı'ndaki PKK mevzilerine gün boyu süren bir hava harekâtına girişiyorsa ve bunun devam edeceğini de bildiriyorsa, bunun giderek, PKK'nın kriminalize edilmesi üzerinden HDP'yi marjinalize ederek bir yakın yeni seçimde onu baraj altına itmek hesabı güttüğünü görmemek ve anlamamak için budala olmak gerekir.
24 Temmuz sabaha karşı, Suriye hava sahasına girmeden IŞİD'e bir sorti, 25 Temmuz sabahın erken saatlerinden başlayarak Irak Kürdistan hava sahasını hallaç pamuğu gibi atarak , PKK hedeflerine sayısız sorti ve bombardıman.
Dışarıdan birisi, bombardımanların sayısına ve özelliğine bakarak, Türkiye'nin bu yeni politikasını gündeme getirenSuruç Katliamını PKK'nin yaptığına, Ceylanpınar'da iki polisi öldürenin ise IŞİD olduğuna hükmeder.
ABD, İncirlik ve Türkiye havaalanlarının IŞİD'e karşı koalisyon uçaklarına açılması karşılığında Tayyip Erdoğan'a verdiği desteğin nasıl kötüye kullanıldığını ve görüyor mu bilemiyorum ama 18 Temmuz'da taraflar arasında Ankara'de varılan anlaşma, 20 Temmuz Suruç Katliamı ve 22 Temmuz'da Obama-Erdoğan telefon konuşmasının ardından yürürlüğe konulan Türkiye politikası, IŞİD'den çok daha enerjik biçimde PKK'ya yönelik bombardımana dönüştürülmüştür ve bu politikanın Türkiye ve Suriye Kürtlerinin büyük bölümüne karşı topyekun bir savaş halini almaması çok ama çok zordur.
Zira; PKK'yı kriminalize ederek HDP'yi marjinalize etmek ve böylelikle yakındaki yeni seçimde baraj altındabırakarak, 7 Haziran'da elde edilemeyeni elde etmek hesabı, öyle bir dinamiği kaçınılmaz kılıyor.
Kısacası, Türkiye, tehlikeli biçimde iki-cephede savaşa doğru sürükleniyor.
Son yazımdan önceki üstüste iki yazımda sözünü ettiğim ISIS: Inside the Army of Terror (IŞİD: Terör Ordusu'nun İçi) adlı iki yazarından biri olan Michael Weiss, önceki günkü The Guardian'a Türkiye'nin yeni politikasına ilişkin değerlendirmede bulunmuştu.
Şöyle diyordu: (IŞİD'e karşı harekete geçmesi) Türkiye'nin IŞİD'e ilişkin olarak sürdürdüğü 'IŞİD'in herhangi bir kötülüğünü görme, herhangi bir kötülüğünü duyma' şeklindeki statüko politikasından vazgeçtiğini ortaya koyuyor. Suruç saldırısının, (Türkiye'nin IŞİD'e yönelik) gecikmiş yasaklamalarına bir misilleme olduğu anlaşılıyor. Erdoğan'ın izlediği politikalar, IŞİD'in sınırın öte tarafında yerleşmesini ve metastas yapmasını ve Türkiye'ye bir tehdit teşkil etmesine izin verdi. Erdoğan elini her türlü belâya soktu.
Michael Weiss'ın değerlendirmesi şöyle devam ediyordu:
Erdoğan'ın IŞİD'in yayılmasını görmezden gelmesi ve Kürtleri dışlaması şimdi iki-cepheli bir mücadeleye yol açıyor.
Son 48 saat içinde, Türkiye, iki-cepheli bir savaşa doğru sürüklenmiş durumdadır. Bunun elbette iç politika yansımasının, güvenlik öncelikli politikalar ve giderek otoriterleşme olması doğaldır.
İstanbul'da Suruç Katliamı'nı protesto amacıyla HDP tarafından ilan edilen Büyük Barış Yürüyüşünün yasaklanması ve yüzlerce HDP üyesinin, ülke çapında girişilen terörist avında gözaltına alınması, Türkiye'yi nasıl bir geleceğin beklediğine dair, bunun açık işaretleridir.
Türkiye, sadece iki-cepheli bir savaşa değil, güvenlik öncelikli ve otoriter iklimli bir iç politika zemininde, yakın seçime doğru da sürükleniyor.
Şu saptamaya katılıyorum: Terörle kapsamlı bir mücadele içerisine girdiği izlenimi uyandırarak, milliyetçi ve militarist bir iklim yaratarak yeniden seçimle tek parti iktidarına geçişin sağlanması planı, iktidar için ülkeyi yakma planıdır. Erdoğan-AKP iktidarının, Kürt halkına yönelik mücadeleyi, IŞİD'le mücadelenin içine sokması asla kabul edilemez.
Peki, artık PKK ile 2012 sonundan beri hüküm süren ateşkes bitti denebilir mi?
Bu köşeden defalarca, çözüm sürecinin gerçek anlamıyla bir çözüm ve barış süreci olmadığını, bir çözüm süreci için çok yararlı olabilecek bir tür çatışmaların durdurulması ve güçlü bir ateşkes hali olduğunu, nedenleri üzerinde uzun uzun durarak vurguladım.
Son 48 saattir artık çatışmasızlık durumundan ve güçlü ateşkes halinden de söz edemeyiz.
Yoğun bombardıman ile ortadan kaldırılan PKK ile çatışmasızlık durumu ve güçlü ateşkes hali ortada kalamaz. 48 saat önce AKP iktidarı tarafından bilinçli biçimde başlatılmış olan bu girişimin kaçınılmaz sonucu budur.
Orada da kalmaz; böyle bir dinamik, HDP'ye baskıya, çok geçmeden Rojava'da PYD'ye karşı eylemlere yaniTürkiye-Suriye Kürtlerine topyekun savaşa doğru yol alır.
Türkiye, şunun şurasında bir buçuk ay önce yetkileri kısıtlanmış kişiler tarafından, 7 Haziran'ın rövanşıniteliğinde, tarihi bir macera içine sokuluyor.
TBMM, acilen harekete geçmeli. Gidişata el koymalıdır. Bu aşamada, anahtar CHP'dedir.
CHP'nin yapması gereken, Davutoğlu'nun teşekkürlerine muhatap olmak değil, bu tehlikeli gidişatın önüne dikilmektir.
Aksi halde, o da, bugünleri bile çok arar hale gelir