SON DAKİKA

12 eylül özel askeri cezaevi(18)

27 Ağustos, 2011 08:59 Güncelleme: 27 Ağustos, 2011 08:59 12 eylül özel askeri cezaevi(18)

Bir gece yarısı koğuşumuzun kapısı açıldı ve içeriye, kan revan içinde birisi genç, yedisi yaşlı sekiz kişi atıldı. Hallerinden, sorgulamadan yeni çıktıkları anlaşılıyordu. Hepsi perişan durumdaydılar. Hemen kendilerini koğuştakiler tarafından sigara ve su ikram edildi.
Sohbet esnasında bize hikâyelerini aktardılar: bu adamların hepsi, Diyarbakır'ın Bismil ilçesinden varlıklı kişilerdi. Elbirliğiyle planları bir dolandırıcılık işine karışmışlar. İçlerinden genç olan konsomatris sevgilisini yem olarak kullanıp ve birbirilerine kefil olarak, Ankara piyasasından bir kamyon dolusu beyaz eşya almışlar. Bunları Diyarbakır'da peşin paraya ucuza satıp, elde ettikleri parayı İskenderun Soğukoluk'taki pavyonlara gidip, kadınlarla bir güzel yemişler.
İmzaladıkları bonolar ödenmeyince, dolandırıcılık ortaya çıkmış. Başlarına geleni Ankara esnafından birinin akrabası olan bir generale anlatmışlar. Devir 12 Eylül devri. Emir komuta zinciri sonucunda bu adamlar tutuklanıp, sıkıyönetim işkence hanelerinde sorgulanmışlar. Doğal olarak işkence sonucu, hepsi suçlarını kabul etmiş ve işkenceciler tarafından ifadelerine eklenen "Evet biz bu işi yaptık ve elde ettiğimiz parayı DDKD örgütüne verdik." Cümlesi sonucunda bir yanda siyasi örgüt militanı oluvermişler.
Gardiyanların 6. Filo adını taktıkları bu adam, üç yıla yakın bir süre bizimle aynı kaderi paylaştılar. Bu adamadan biri bana, "Mühendis Bey, benim üç tane karım var. Ben evimizin bahçe kapısından içeri girer girmez hepsi koşup önüme gelirdi. Biri paltomu alır, biri ayakkabılarımı çıkarır, biride elinde ibrik leğen hazır olda beklerdi. Ben o zaman, karılarım beni ne kadar çok seviyorlar, diye düşünürdüm. Hay lo lo! Şimdi anlıyorum ki ne sevgisi, ne hürmeti! Meğer benden korktukları için bunları yapıyorlarmış. Bak bende gardiyan gelince hazır ola geçiyorum tövbeler olsun. Eğer buradan sağ selamet da çıkar evime gidersem, bir daha karılarımı dövmeyeceğim, korkutmayacağım." Demişti.
Yine başka bir gün kan revan içinde, ağzı burnu dağıtılmış bir köylüyü getirdiler. Adam dünyadan habersiz, gariban bir köylüydü. Her akşam sayımında, dövülmeyi göze alıp gardiyanlara, "Kumandarım, bizi buraya niçün getirmişler? Velle biz bir şey yapmamişler." Derdi. Onlarda her seferinde, "Ulan orospu çocuğu, sen şahit misin? Niye şimdiye kadar söylemiyorsun? Devlet bir senedir seni arayıp duruyor." Deyip meydan dayağı çekti.
Sonradan öğrendik ki, sıkıyönetim askeri mahkemesi, şahit olarak dinlenmesi için köy karakoluna yazı yazmış. Köy karakolunun yetkilisi, adamı tutuklayıp işkenceye almış ve bir ifade imzalatıp savcılığa göndermiş. Savcı da adamı tutuklama isteği ile mahkemeye sevk etmiş. Adamı şahit olarak çağıran mahkeme, adamı gizli örgüt üyesi olmak suçundan tutuklamış. İşte 7. kolordu ve sıkıyönetim komutanlık bölgesinde böylesine garip olaylarda yaşanıyordu.
Dört yıl süren açlık, susuzluk, pislik ve sistematik işkenceler onucunda bir deri bir kemik kalmışlar. Bu koşullara dayanamayıp yaşamını yitiren insanlar vardı. Birçok tutuklunun ruhsal dengesi bozulmuştu. Deliren insanlar vardı. Dengesiz hareketlerde bulunan insanların sayısı giderek artıyordu. Bu konuda bir örnek vermek istiyorum:
Bir aralık Süleymanlar aşiretine mensup Hilvanlı bir grubun bulunduğu koğuşta kalmıştım. Bu grup, bir kamu kuruluşuna ait servis aracını tarayıp birkaç kişiyi öldürmek suçuyla idamla yargılanıyordu. Yazdıkları itiraz dilekçelerinde sürekli olarak, Hilvan jandarma komutanının kendilerine silah verdiğini, Türk vatanı ve bayrağı için Kürtçü komünistlere karşı savaştıklarını söyleyip, tahliye edilmeleri gerektiğini belirtiyorlardı. Silahları ve vur emrini veren komutanın şahit olarak dinlenmesini istiyorlardı. Ne komutan şahitlik için çağırılıyordu, nede onlar tahliye oluyorlardı.
Bu grubun elebaşısı, kaldığım koğuşun sorumlusuydu. Bana kan kusturuyordu. Beni oruç tutmaya, namaz kılmaya zorluyordu. Doğru dürüst Türkçe konuşamayan bu adam, fanatik bir Türk milliyetçisi olmuştu. Grup olarak, kraldan çok kralcıydılar. 12 Eylül generallerinden daha Türkçü ve Atatürkçüydüler.
Koğuş sorumlusu olan bu kişi tam klinik vakaydı. Türklükle Kürtlük arasında gidip gelen çift kişilikli bir insandı. Bazen koğuşun bir köşesine çekilir 'arpacı kumrusu' gibi düşünmeye başlardı. O konumdayken, nerede olduğunu unutur, köydeki doğal haline dönerdi. Elini Kürt dengbejleri (ses sanatçısı) gibi kulağının arkasına koyar, klasik Kürt türküleri söylerdi. Kürtçe konuşmanın yasak olduğu bu yerde, söylediği Kürtçe şarkıyla uyanır bu yapanı yakalamak için "o kimdi kim yaptı" diyerek hışımla sağa sola saldırırdı. Bu işi yapanın kendisi olduğunu anlayınca, kendisiyle kavga eder gibi çok garip davranışlar içine girerdi. Bilimsel araştırma konusu olacak psişik ve trajik bir durumdu. Diyarbakır zindanları birçok insanı bu duruma getirmişti.
Baskıların azaldığı dönemde koğuş gardiyanımız, bundan sonra koğuşa gazete verileceğini söylemiş, sorumluya, "kim hangi gazeteyi istiyor, liste yap." Diye talimat vermişti. "ben Cumhuriyet gazetesi istiyorum." Dediğimde, Hilvanlı olan bu adam, "ulan vatan haini, benim olduğum koğuşta kimse komünist gazete okuyamaz." Diye beni dövmeye kalkmıştı.
Vatan haini Kürtçülere karşı, Türk vatanı ve bayrağı için savaştıklarını söyleyen bu grubun üyeleri, yargılama sonucunda idama mahkûm edildiler. Yöneticilerin verdiği silahlarla ve emirle cinayet işlemişlerdi ama devlet onlara sahip çıkmak bir yana, anları ölüme mahkûm etmişti. Büyük bir hayal kırıklığına uğramışlardı.
Sizce bu konumdaki bir adam idam kararının okunduğu celsede nasıl tepki vermiş olabilir? Tahmin etmeniz asla mümkün değil. İşte verdiği tepki: "Ne mutlu Türküm diyene!" inanılır gibi değil. İşte size Diyarbakır Özel Askeri Cezaevi'n deki tipik bir Kürt trajedisi.
Atatürk'ün hayatını anlatan kitapların bağıra bağıra okunması, koğuş içi eğitimin önemli bir parçasıydı. Bir kişi ranzanın üstüne çıkar, kitabı okur, diğerleri ayakta hazır olda söyleyeni bağıra bağıra tekrar ederdi. Bazen bu okuma sabahtan akşama kadar sürerdi. Okunan şey yüksek sesle durmadan tekrar etmek insanı robota çevirirdi.
Bir yaz günüydü, saatlerde bağırarak kitap okumuştuk. Susuzluktan ağzım kurumuştu. Su verilmiyordu. Susuzluktan insanları rengi önce sarıya, daha sonra mora dönüşüyordu. Bir aralık yorgunluk ve susuzluğu tesiriyle dalmış olmalıyım ki baktım Mersin'de ailece gittiğimiz plajdaydım. Pötikareli bikinisi giymiş kızımla yan yana denizde kulaç atıyor ve konuşuyoruz. Dalgalar başımızın üstünden aşıp gidiyor. Dalgaların altından çıkınca ağzımızdaki suları ileriye doğru fıskiye biçiminde püskürtüyoruz.
Bir aralık uyandım ki, ne Mersin, ne deniz, nede kızım vardı. Koğuşta söyleneni bağıra bağıra tekrar ediyorum. Bir an paniğe kapıldım. "eyvah galiba deliriyorum." Diye düşündüm ve panikledim. Ama kısa bir süre sonra "hayal görmem çok doğal. Hava sıcak ve ben çok susuzum. Vücudumun suya ihtiyacı var. Böyle bir serap görmem doğal." Diyerek kendi kendimi sakinleştirdim. Ve söylenenleri tekrar etmeye başladım. Açık denizden zindanıma geri döndüm.
Açlığa dayanmak o kadar zor değil, ama susuzluğa dayanmak gerçekten çok zordur. Diyarbakır'ın o yakıcı sıcaklarında, sürekli hareket halinde olan insana günde birkaç bardaktan fazla su vermemek kelimenin tam anlamıyla bir katliam yapmaktı. Bu uygulaması ile idare her gün üç bir civarındaki insanı hücre hücre öldürüyorlardı.
Ölme veya komaya girme ihtimali olan insanlara son anda bir bardak su verebilmek için, küçücük bir vidon suyu gözümüz gibi saklardık.
40 metre kareye kapatılmış 50 insan için bu bir vidon su, Karun hazinesinden daha değerliydi. Bu hazinenin muhafazası, koğuş sorumlusuna verilmişti. Tüm bu özene karşı yinede bazı kimseler susuzluğa dayanamıyor. Ve bu suyu çalıp içiyorlardı.

Yorum Ekle